31 Mayıs 2013 Cuma

YÜKSEK ÖĞRETİMDE FİNANSMAN MODELİ

                            Şubat 1996
Eğitimin çok önemli olduğu, yükseköğretimin sorunlarının mutlaka çözülmesi gerektiği yönündeki haber ve yorumları sürekli duyuyor, okuyor ve izliyoruz. Sorun çok büyük.

Zaman Yönetimi konusunda verilen seminerlerde işin büyüklüğünün işe başlamayı engellediği belirtilir. Nedeni de çok basittir: Ne zaman ve nasıl bitireceğini göremedikleri  bir işe insanlar hiç girişmemeyi tercih ediyor. Bugün eğitimde yaşadıklarımızı bu tespitlerle açıklayabiliriz. Merkezi bürokrasi, yönetim kapasitesinin sınırlarına geldiğini ve Büyük Problemi tek başlarına çözemeyeceğini kabul etmelidir.

Hangi alanda olursa olsun, planlama ve yürütme yetisine sahip kurumlara merkezi hükümetin maddi yükünü azaltıcı devirler yapılmalıdır. Galatasaray Lisesi yönetiminin Galatasaray Üniversitesi Vakfına devredilmesi doğru bir karardır.  Aynı uygulama İstanbul Erkek Lisesi veya camiasının sahip çıkacağından şüphe duyulmayan tüm liseler için yapılmalıdır. Bu uygulama gönül rahatlığıyla üniversitelere de yaygınlaştırılabilir.

Üniversitenin kuruluş tarihi camiayı oluşturan mezunlarının sayısına işaret eder. İstanbul Teknik Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi gibi sağlıklı Mezunlar Derneği ve Üniversite Vakfına sahip üniversitelerin yönetimi bu vakıflara  devredilmelidir. Pratikte bu üniversiteler bugün, Devlet Üniversitesinden Toplum Destekli Devlet Üniversitesine geçişi yaşıyorlar. Vakıfları ve mezunlar dernekleri aracılığıyla bu üniversitelere organize ve planlı bir şekilde kaynak aktarılıyor. Şimdi geldiğimiz nokta bu üniversitelerin Devlet Destekli Özel Üniversite olmalarıdır.

Var olan sıkıntıların giderilmesinde, üniversiteye kaynak sağlamada sorumluluk 5 grubun omuzlarında: Devlet,  Öğrenciler,  Mezunlar, Öğretim üyeleri, İş adamları. Üniversitenin kuruluş tarihine, öğretim üyesi sayısına ve birikimine, mevcut öğrenci ve mezun sayısına bağlı olarak bu grupların katkıları doğal olarak farklılık gösterecektir.

Öğrenciler okul harçlarıyla üniversite faaliyetlerinin finansmanına kısmen katkıda bulunuyorlar. Harçlar şu anda öğrenci başına yapılan harcamanın sadece % 5'ini karşılıyor. Tüm öğrenciler  % 95 burslu okuyor. 10.000 öğrencili bir üniversitenin 1500 öğrencisinin (1995/1996 akademik yılı için) 150 milyon TL civarındaki bir harç miktarını ödeme gücüne sahip ailelerden geldiği varsayımıyla yaratılan kaynak 225 milyar TL oluyor. Geri kalan öğrenciler de burs veya borçlanma yoluyla % 95 ile % 0 arasında mali destek alabilirler. Tam  burslu okuyacak öğrenciler için devlet üniversitelere aynı miktarı aktarır. 10000 öğrencili bir üniversitede 4000 öğrencinin tam burslu okuyacağını kabul edersek 1995/1996 için gerekecek miktar 600 milyar TL.

Devlet, ihracatın finansmanında olduğu gibi ticari bankalara eğitim kredisi garantisi vererek öğrencilerin özel koşullarla kredi almalarını sağlamalıdır.  Mezuniyet sonrası kredilerin tahsilatını bankalar takip eder. Tahsilat yüzdesindeki başarıya bağlı olarak bankaların komisyonu artabilir. Kredi ve Yurtlar Kurumu mevcut durumda verdiği kredilerin peşinde koşamıyor; çünkü koşması için gereken bir bankanın yapısına sahip değil. Böyle bir yapıyı kurması da  yanlış olur.

Ücretsiz aldıkları eğitimin karşılığını mezunlar bağışlarıyla üniversitelerine vermelidir. Üniversite - Vakıf - Dernek üçgenine dayanan "Toplum Destekli Devlet Üniversitesi Modeli" kapsamında İTÜ, ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi Mezunlarının  bu süreci başlattığı ve kaynaklarını üniversitelerinin kullanımına sunduğu biliniyor. Devlet Destekli Özel Üniversite statüsüne geçiş sağlanabildiği takdirde mezunların sahiplenme derecesinin çok artacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu ise sınırsız destek kapılarının açılması anlamına gelir!

Üniversitelere gelir yaratma sorumluluğunun bir bölümü de öğretim üyelerine düşüyor. Öğretim üyelerimizin akademik çalışmalarında Türkiye'mizin sorunlarının çözümüne ağırlık verme çabası  içinde bulunduğunu biliyoruz. İş adamları, yurtdışından teknoloji transferinin yanı sıra öğretim üyelerimizin birikimlerinden yararlanmalıdır. Kamu yönetim birimleri politika ve proje geliştirme çalışmalarında yabancı firmalar yerine öğretim üyelerimizden hizmet satın almalıdır.  350  öğretim üyesine sahip bir üniversitede her öğretim üyesi 1995/1996 yılında ortalama 500 milyon TL tutarında bir proje yürüttüğünde toplam yaratılan kaynak 175 milyar TL oluyor. Böyle bir uygulamanın başarısı Devlet Üniversitesi katılığı yerine Devlet Destekli Özel Üniversite esnekliğiyle mümkün olacaktır.

Ülkelerin ve liderlerin başarısı, değişimi yönetme kapasitelerine bağlıdır. Devlet Üniversitesi --> Toplum Destekli Devlet Üniversitesi --> Devlet Destekli Özel Üniversite  geçişi uygulanabildiği takdirde 10000 öğrencili bir üniversite için TC Hükümetinin yaratması gereken kaynak 1995/1996 için sadece 600 milyar TL civarında kalabiliyor. Hizmet kalitesinin artmasının yanı sıra 1,5 trilyon TL yerine 600 milyar TL’lik bir yükümlülük, merkezi maliye bürokrasisini ve tüm vatandaşları herhalde sevindirecektir. Geç kalmayalım.

BİZİ KİM TEDAVİ EDECEK?

                            Aralık 1995
             
** Pencereden sokağa çöp atıp belediyeden şikayetçi olan biziz.
** Çöp kamyonu geçtikten sonra sokağa çöp çıkarıp pislikten şikayet eden biziz.
** 3 şeritli yolu 5 şeritli yol haline getirip trafik sıkışıklığından şikayet eden biziz.
** Bağkur primlerini yatırmayıp tüm tanıdıklarımız için ilaç yazdıran biziz.
** Vergi vermeyip ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaşmasını isteyen biziz.
** Devlet okullarına 30 milyon vermekten kaçınıp özel okulların fiyatlarına kontrol getirilmesini isteyen biziz.
** Özel okullara ve dershanelere yüzmilyonları ödeyip yüksek öğretimin bedava olmasını isteyen biziz.
** Kamuda torpil ve rüşvetten şikayet edip bir yakınımızın işe alınması için telefonlar eden biziz.
** Enflasyondan şikayet edip sattığımız mal ve servislerin fiyatını her ay en az %3 arttıran biziz.
** Ekonominin tüm dallarıında kârı cebimize atıp zararı devlete yüklemeye çalışan biziz.

30 Mayıs 2013 Perşembe

AİDAT TOPLAYAN DERNEK, VERGİ TOPLAYAN DEVLET

Ocak 1995

 
 
Ülkemizin içinde bulunduğu duruma değişik bir açıdan bakmayı öneriyorum. Felaket senaryoları kurarak reaksiyon göstermek yerine devletin ve yürütme organı hükümetin varoluş nedenlerini irdelemek gerekiyor.
 
Dernekler, kişilerin bir misyon çevresinde birleşip amaçlarına ulaşmak için kaynak yarattıkları (giriş aidatı ve yıllık aidatlar) ve bu kaynakları profesyonel kadro desteğinde (bürokrasi) yönetim kurulu aracılığıyla (hükümet) kullandıkları organizasyonlardır. Üyelerin misyona ve dernek amaçlarına bağlılıklarını sürekli kılmak aidatların düzenli toplanabilmesi için gereklidir.
             
Devlet, bilerek göç etmediğiniz takdirde, kendi kontrolünüz dışında gerçekleşen doğum olayıyla kendinizi bir üyesi olarak bulduğunuz toplumun toplu yaşamı olanaklı kılan organizasyonları yapmakla görevlendirdiği kurumlar topluluğudur. Harcamalar için gereken gelir, toplumun temsilcilerinin (meclis) değerlendirmesi sonucu belirlenen vergiler aracılığıyla sağlanır.  Türkiye'deki mevcut yapısıyla temsili demokrasinin en büyük tehlikesi, harcamaları yapacak hükümetin, ne için ne kadar harcama yapılacağını kararlaştıran meclisin parçası olmasıdır.  Harcamaların etkinliğini ve verimliliğini ölçen bir sistem de mevcut değildir.
 
Yönetim kurulunun toplanan aidat gelirlerini dernek amaçlarına uygun  harcamadığı kararını veren bir dernek üyesi, tavrını aidatını ödemeyerek gösterir. Hükümetin toplanan vergi gelirlerini, toplumun ortak ihtiyaçlarını gidermek için başarısız bir şekilde kullandığına karar veren vatandaş vergi ödememe yolunu seçmektedir.  Ödemediği vergi parasıyla hazine bonosu alarak  hükümeti ve bürokrasisini  (gecikmeli olarak kendisini !) faiz gideriyle de cezalandırmaktadır.
 
O halde, ülkede yaşanan sıkıntılar, hükümet ve ona destek veren bürokratların işine son verilerek  giderilebilir.

BİLİM DİLİ TÜRKÇE

 Nisan 1986

 
 
ABD’nin Uzay Savunma Sistemi projesine katılma kararının alındığı, Avrupa’da EUREKA araştırma birliği çalışmalarının planlama toplantılarına TC Hükümeti bakanlarının katıldığı bir dönemde Türkçe’nin bilim dili olma şansı veya koşulları üzerine bir tartışmanın başlatılmasında yarar var.
 BİR DİLİN GELİŞMESİ
Önce bir dilin nasıl oluşup geliştiğine bakalım. Organik hayat üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, zihnin, yaşamın evrimsel gelişmesinin bir ürünü olduğu sonucu ortaya çıkarıyor. Sinir sisteminin belirli gelişme düzeyine eriştiği canlılarda bilincin çeşitli şekillerini görüyoruz. Evrim sonucu bu bilinç, sinir sisteminin bir parçası olan beynin gelişmesiyle insanlarda düşünce düzeyine varıyor. (1)
İnsanın evriminde belirleyici adımın, insanoğlunun atası olduğu kabul edilen maymun türünün iki ayak üzerinde dik duruşa geçmesiyle atıldığı ileri sürülür. Bu sayede, insanın daha sonraki dönemlerde tüm üretken çalışmalarını gerçekleştirdiği el serbest kalmış oluyordu. Elin kullanılmasıyla “insan eli”, ve eli kontrol eden beyin “insan beyni” olarak gelişti. Biyolojik evrimin “insan elini” ve “insan beynini” üretmesinden sonra insanoğlu kendisinin farklı bir evrimini başlattı: çevresi ve kendisi üzerindeki bilinçli kontrolünü, sosyal organizasyonunu, tekniklerini, bilgilerini ve kültürünü içeren bir evrim.
İnsanoğlu, çalışmalarını ve dış dünyadan kaynaklanan algılamalarını geliştirmekle düşünme ve fikir üretme olanağını elde etti. Bu, çalışma ve algılama metotlarının daha da gelişmesine yol açtı. Doğa üzerinde artan kontrol sonucu nesilden nesle aktarılması gereken bilgi hacmi büyüdü. Aynı dönemde, ortak çalışmanın yararlarını gören bireyler birbirlerine yaklaştılar ve öyle bir an geldi ki birbirlerine bir şeyler söylemek zorunda kaldılar. “Söylenmesi” gerekenler, kullanılan aletlerin özellikleri ve ortak çalışmayla nelerin hedeflenebileceği, nelere ulaşılabileceğiydi. Bunların hayvanlarda gördüğümüz haykırış ve jestlerle anlatılamayacağı açık. Gereksinme, organın gelişmesine yol açtı: maymun ağzı “insan ağzı”na dönüştü.
İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yanan konuşmanın bireyler arasındaki sosyal iletişimin aracı olarak hizmet verdiği tartışılmaz bir gerçek. Konuşma, bireylerin başkalarından kopuk olarak sadece kendi kullanımları için gelişemeyip, sosyal toplulukça devamlı kullanılan kelimelerin yanı sıra kullanımın nasıl olacağını belirleyen kuralları içeren bir dilin varlığına ihtiyaç duyar. Dilin ise, ortak çalışma süresi içinde ve bunun sonucu ortaya çıktığı açık. İnsanlar ortak yaptıkları her işte dillerini kullanıyorlar. Düşüncelerini, ümitlerini, dünya ve birbirleri hakkındaki fikirlerini, bunları birbirlerine anlatma ve aktarabilme olanağını yaratan ortak bir dilin varlığıyla geliştirebiliyorlar. Ortak dilin yokluğunda fikirlerin oluşması ve aktarılması olanaksız.
 NE YAPMALI?
Dilin gelişmesinde ön koşulun “ortak çalışma” olduğunu açıklamaya çalıştım. Bunun ışığında Türkçe’nin bilim dili olarak da gelişebilmesinin ortak bilimsel çalışmayla gerçekleşebileceğini söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle, Türkiye’de bilgi üretilmesi gerekmektedir. Üniversiteler, var olan bilgileri yeni nesillere aktarmanın yanı sıra yeni bilgilerin üretildiği merkezler olmak zorunda. Bu çabalara firmaların da katılması gerekir. Bilimsel çalışmalar sırasında Türkçe düşünülmeli, Türkçe tartışılmalı ve Türkçe yazılmalıdır. Bu görüş, yabancı dil düşmanlığı olarak yorumlanmamalıdır. Günümüzde sınırlı bir şekilde yürütülen araştırma ve bilgi üretme çalışmalarında bilim adamlarımız ve kadınlarımız Türkçe’de karşılığını bulamadıkları kelimeleri,  dilimizde anlatmak yerine, tembellik diye tanımlayabileceğimiz bir davranışla aynen kullanıyorlar; örneğin gradyen, rijid. Gradyen, bir özelliğin uzaklığa bağımlılığı, rijid ise şekil değiştirmeyen demek. Görüldüğü gibi, üzerinde biraz düşününce, Türkçe anlatmak hiç de zor olmayan bir iş. Bunun yanı sıra, yabancı dilde sunulan bilginin (kelimenin) arkasında yatan fikre bakmadan da çeviri yapılıyor. Ortaya ilginç durumlar ortaya çıkıyor: “Sonsuz uzayda para çatlağın burulması” makalesinin yazarı asıl yazıda “penny-shaped” olarak geçen deyimi “para” olarak çevirmiş. (2) Demek istenilen, çatlağın 1-2 cm çapında ince disk şeklinde olduğu. İngilizce “penny-shaped” deyimi bu fikri verdiği halde “para” çeviride ilgisiz kalıyor. “Momentsel impuls yasası” başlığındaki türkçeleştirme %33. (3)
Çeviri, yabancı dildeki kelimeleri Türkçe yazmak olmadığı gibi yerlerine kelime uydurmak da değildir. Bilim adamlarımız ve kadınlarımız kendi dallarındaki çalışmalarının yanı sıra dilbilimci de olmak zorundalar. Ancak bu başarılırsa ve gerçek anlamda bilgi üretilirse Türkçe dil olarak ve bilim dili olarak gelişebilir. Aksi takdirde, yabancı kelimeleri kullanmadan Türkçe konuşup anlaşmamız mümkün olmayacak.
KAYNAKLAR
(1)  M. Cornforth, The Theory of Knowledge, International Publishers, New York (1980)
(2)     Birinci Ulusal Mekanik Kongresi Bildiriler, İTÜ, İstanbul (1980), sayfa 201.
(3)     J. Zierep, Akışkanlar Mekaniği, çev. A. Varol, FÜ Mühendislik Fakültesi Matbaası (1983)

KANUN HAZIRLAMA ve ÇIKARMANIN SAĞLIKLI YOLU

KANUN HAZIRLAMA ve ÇIKARMANIN SAĞLIKLI YOLU

 Ekim 2004
 
Yeni Türk Ceza Kanunu tasarısının son iki maddesi kabul edilmeden komisyona geri çekilmesi ile başlayan tartışma ortamını değerlendirmeye çalışırken yaptığım araştırmaya göre mevcut hukuk fakültelerimizde tasarı/teklif hazırlama ve kanunlaştırmanın adımlarını içeren ve tartışan bir ders yok imiş.
 “Sağlıklı bir şekilde kanun hazırlamanın adımları ne olmalı?” sorusunun cevaplarını aramayı öneriyorum. Bu cevapları, beklenen Avrupa Birliği üyeliğimiz nedeniyle AB normlarına uygun vermeliyiz. AB ülkelerinde kullanılan prensipler ile süreç aşamalarına dayanarak aşağıdaki önerileri yapmak istiyorum.
5 Prensip
Kalite düzeyi yüksek kanun hazırlamak ve çıkarmak için 5 prensibe dikkat edilmesi gerekiyor:
1.       Şeffaflık: Kanun yapma süreci açık, basit ve vatandaş tarafından izlenebilir ve anlaşılır olmalı.
2.       Benimseme: Kanunun gerekli olduğu bakanlar, TBMM, uygulayıcılar, genel kamuoyu tarafından kabul edilmeli.
3.       Hedef odaklı olmak: Çözülmek istenen toplumsal soruna odaklanılmalı, yan etkiler en aza indirgenmeli.
4.       Tutarlılık: Kanun hazırlama ve çıkarma sürecinin adımları tüm kanunlar için aynı ve  bilinir olmalı.
5.       Orantılı olmak: Kanunî düzenlemeyle getirilen çözüm, soruna orantılı olmalı; sadece gerçekten ihtiyaç var ise yeni kanun çıkarılmalı.
Kanun Hazırlama ve Çıkarma Sürecinin Aşamaları
AB bünyesinde kanun hazırlama ve çıkarma süreci 5 aşamadan oluşuyor.
Aşama 1: Ön Hazırlık
1.       Tüm bakanlar ile bakanlıkların hukukçuları başlangıçta sürece dahil edilmeli. Her bakanlıkta “Mevzuat Etkilerini İnceleme Birimi” proje ekibi olarak bulunmalı. Bu ekip TBMM “Kanunlar ve Kararlar Dairesi Başkanlığı” ile yakın temas halinde olmalı.
2.        AB Komisyonu ve diğer paydaşlarla düzenli ve yakın temasta bulunulmalı.
3.        Hazırlık çalışması, Bakanlıklar ve AB Genel Sekreterliği ile koordine edilmeli.
4.       Eğer kanun tasarısı şekilleniyorsa, kanunun yürürlüğe girmesinden sonra uygulanmasının etkileri (maliyet ve yararlar) )(Ön Etki Değerlendirme Raporu) üzerinde düşünülmeye başlanmalı. “Kanun çıkarmamanın bu konuda niçin yetersiz kalacağı” belirlenmeli. Etki değerlendirme raporlarının sahibi ve takipçisi konuyla ilgili ana komisyon olmalı.
5.       Kanun taslağının hazırlanması için gerekecek tüm araçlara (eğitim, AB birimlerinden yönlendirme ve destek) sahip olunması sağlanmalı.
 Aşama 2: Tasarının İrdelenmesi
1.        Şekillenmekte olan tasarı metni dikkatle incelenmeli; hukukçular devreye sokulmalı.
2.        Hükümet içi ve dışı danışma süreci başlatılmalı.
3.         “Geçici Etki Değerlendirme Raporu”na göre öncelikler belirlenmeli.
4.        Etkilenecek bireylerin ihtiyaçları belirlenmeli.
5.       Üçüncü sektör kuruluşları ve diğer partiler ile görüşmeler yapılmalı; gerekiyorsa Brüksel’de lobicilik faaliyetleri yapılmalı. 
Aşama 3: Tasarının Kabulünün Pazarlığı
1.       Açık ve gerçekçi öncelikler belirlenmeli. “Kesin Etki Değerlendirme Raporu” içeriği üzerinde tüm paydaşlarla (bakanlıklar, Brüksel, üçüncü sektör kuruluşları) anlaşma sağlanmalı.
2.        Tasarının gerekçesi, danışma süreci sonunda belirlenen kuvvetli argümanları içermeli.
3.       Üzerinde anlaşabilmek amacıyla metinde belirsizlik bulunmasından kesinlikle kaçınılmalı. Metindeki tanımların anlamlarının mümkün olduğunca açık olması sağlanmalı.
4.       Amaçların gerçekleşmesine katkı yapmak üzere AB üyesi ülkelerin yetkilileriyle görüşülmeli.
 Aşama 4: Kanunun Uygulanması
1.        Kanunun “az” veya “çok” uygulanmasından kaçınılmalı.
2.       Bakanlar için uygulamadaki seçenekler ve riskleri hakkında detaylı bir rapor hazırlanmalı.
 Aşama 5: Kanunun Uygulanmasının İzlenmesi
1.       Yeni kanunun uygulanmasının izlenmesi unutulmamalı.
2.       Bakanların, kanunun uygulanmasındaki sapmalar hakkında bilgi sahibi olmaları sağlanmalı.
3.        Basitleştirme veya değiştirmenin gerekip gerekmediği değerlendirmesi yapılmalı. 
Türkiye’de Durum
AB üyeliğine hazırlanan Türkiye’mizde TBMM ve hükümet, kanun yapma ve çıkarma süreci üzerinde mutlaka yeniden düşünmeli. Gazete ve TVlere yansıyan haberler ışığı altında yukarıdaki süreci değerlendirirsek, bir dizi noktada hata ve eksiklik belirleyebiliyoruz. 5 prensibe de uyulmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yukarıdaki süreç adımlarına daha önce ulaşılmaması, ulaşıldıysa adımlara uyulmaması üzüntü verici. Öğrenen toplum olmamızın yolu, hataya yolaçan süreç adımlarında iyileştirme yapmaktan geçiyor.